MENÂK BÜ’L-ÂR FÎN’E GÖRE ANADOLU’NUN TÜRK YURDU HALİNE GELİŞİNDE MEVLÂNÂ VE MEVLEVÎLİĞİN ROLÜ

20 Eylül 2009 Pazar

 

MENÂK BÜ’L-ÂR FÎN’E GÖRE ANADOLU’NUN TÜRK YURDU
HALİNE GELİŞİNDE MEVLÂNÂ VE MEVLEVÎLİĞİN ROLÜ
Prof. Dr. Mehmet ŞEKER

GİRİŞ
Menâkıb, “nekabe” fiilinden türeyen “menkabe”nin çoğuludur.
Menkabe, sözlükte; “övünülecek güzel iş, hareket ve davranış” anlamına gel-
mektedir.
Menâkıb terimi bu anlamda muhtemelen IX. yüzyılda kullanılmaya baş-
lamıştır. Bilindiği gibi Hz. Muhammed’in ashâbının fazîlet ve tarihen de sâbit
meziyetlerinin anlatıldığı hadis külliyâtının fasıl başlıklarında çoğunlukla
“menâkıb” kelimesine rastlanmaktadır.
Bundan başka halifelerin ve tarihî şahsiyetlerin biyografileri ile kabile-
ler gibi bazı zümre ve toplulukların övgüye değer faâliyet ve işleri için de kulla-
nılan menâkıb kavramı daha çok, tasavvuf tarihinde, sûfilerin ortaya koydukları
olağanüstü olayları aktaran hikâyeler anlamında da yine IX. yüzyıldan itibaren
kullanılmaya başlamıştır. Son anlamda, çok sık olmasa da, menâkıb yerine
“kerâmât”ın da kullanıldığı görülmektedir. Özellikle mutasavvıfların hayat hi-
kâyelerinin anlatıldığı eserlerde menkabeler kerâmetlerle zenginleştirilmiştir.
Bir başka ifâde ile, menkabelerin esasını kerâmetler teşkil etmektedir.
Menkabelerin bir bölümü tarihî olaylarla da uygunluk arz etmekte olup,
tarih kaynaklarınca da nakledilebilmektedirler. Diğer bir bölümünü ise, tarihî
kaynaklarda tespit mümkün olamamakta ve bunlar, daha ziyade hurafelerle, o-
lağanüstü ve mucizevî olaylarla süslenilmektedir. Bir kısım menkabeler de, hem
tarihî olayların hem de kerâmetlerin yanında hurâfe ve olağanüstü olayları ihtivâ
etmektedirler.
slâm dünyasında bir velînin hayatını ve kerâmetlerini konu alan evliyâ
menkabeleri, XI. yüzyıldan sonra, yani tasavvuf cereyanının yaygınlaşıp geliş-
mesiyle tarikatlar halinde teşkilatlanmasından sonra görülmeye başlamıştır. Bu
tür menkabelerin Müslüman Türkler arasında görülmeye başlamasının da slâ-
miyet’le birlikte gelen tasavvufun etkisiyle olduğu düşünülebilir. Nitekim ilk
Türk menâkıbnâmesi sayılan “Tezkire-i Satuk Buğra Han”da Karahanlılar’ın ilk
hükümdârı Satuk Buğra Han’ın hayatı anlatılmakla birlikte, hükümdar kerâmet-
ler gösteren bir velî hüviyetine büründürülmektedir. Buna ilaveten “eserde mev
cut menkabelerin tam mânâsıyla birer evliyâ menkabesi özelliği” arz ettiği de
kabul edilmektedir.
Gerek Türkler dışındaki slâm dünyasında, gerekse Türk slâm dünya-
sında ortaya konmuş olan menâkıbnâmelerin tarih kaynağı olarak değerlendiri-
lebileceğinin bugün tartışılmaz bir husus olduğunu kabul etmek gerekir.
Özellikle evliya menkıbelerini anlatan eserler, bir tarih kaynağı olarak dikkatle kul-
lanılır. Bunlar asıl tarihî kaynaklarla karşılaştırıldıklarında, yer yer hurâfe ve
olağanüstü olaylar arasında, tarihî olaylarla uygunluk arz eden doğru bilgiler
verdikleri görülür.
Bunun yanında, menâkıbnâmelerde, asıl tarihî kaynaklarda hiç söz ko-
nusu edilmeyen, dönemin toplum ve iktisâdî hayatı ile örf ve âdetlerine dâir bil-
gilere de bazen çokça rastlanır. Bu arada bâzı kişilerin halk arasındaki konumla-
rı bakımından da, menâkıbnâmeler, edebiyat tarihleri için ayrı bir önem taşırlar.
Ciddî ve esaslı bir tarihî tenkide tutulmak şartı ile, tarih ve edebiyat tarihi kay-
nağı olarak, bu eserlerden yararlanılabileceği düşünülmektedir.
Türkistan’da (Orta Asya) slâmiyet’in yayılışında önemli rol oynayan
evliyâ menkıbeleri, aynı rolü Türlerin Anadolu’yu vatan edinip slamlaştırma-
sında da oynamışlardır denilebilir.
Bir velinin hayatı etrafındaki menkabe veya kerâmetlerini içine alan e-
serlerine “menâkıb-nâme” dendiğini biliyoruz. şte Mevlânâ ile onun çevresin-
dekileri konu alan “Menâkibü’l-Ârifîn”, Ahmed Eflâkî’nin otuz altı yıllık bir
çalışma ve derlemesinin ürünüdür. Ahmed Eflâkî (ö. 761/1360), Şeyh Ulu Ârif
Çelebi’nin isteği üzerine bu eserini yazmıştır.
Eser kısa bir girişten sonra on bölümden oluşmaktadır. Her bölümde
Mevlânâ’nın yakınlarında ve çevresinde bulunanlardan bir kişinin menkabesine
yer verilmektedir. Mevlevîliğe mensup ve Sultan Veled ile Ulu Ârif Çelebi gibi
Mevlânâ’dan sonra Mevlevî tarikatının ileri gelenlerinden bir çoğuyla görüşmüş
olan Eflâkî; Mevlânâ ve Sultan Veled’in bütün eserlerinden kaynak olarak ya-
rarlanmıştır. Ayrıca Feridun b. Ahmed-i Sipehsâlâr’ın “Risâle”si, Şems-i
Tebrizî’nin “Makâlât”ı ile Burhaneddin Veled’in “Maârif”i bu kaynaklar ara-
sında önemli yer tutmaktadır. Bu arada Eflâkî’nin Menâkibü’l-Ârifin’de anlat-
tıklarının bir bölümünün de kendi müşahedelerine dayandığı bilinmekle bera-
ber, aynı zamanda; çoğunlukla “Hikâye” ve “Derler ki” diyerek söz başı yaptığı
aktarmalara, nakillere yer verildiği görülmektedir. Bu yönüyle eserin, müellifi-
nin kendi görgü ve bilgisine dayanarak anlattığı bölümlerin dışında hemen he-
men bütünüyle bir derleme mâhiyet arz ettiği ifâde edilebilir

Türünün en güzel örneklerinden biri olarak gösterilen Menâkibü’l-
Ârifîn, Müslüman velilerine dair kitaplar arasında kuşkusuz en çok incelenip
üzerinde durulan eserlerden biridir. Eser bu ilgiyi biraz da Mevlânâ gibi mümtaz
bir şahsiyeti ve onun etrafındakileri konu olarak ele almasına borçludur.
Menâkibü’l-Ârifîn’de verilen bilgilerin, tarihî olaylarla yer yer çakış-
madığı ileri sürülmektedir. Hatta o devrin olaylarını anlatırken de yazarın, hâdi-
selere Mevlevî gözlüğü ile baktığı yani Mevlevîlerin tarafını tuttuğu, hatta bazı
yerlerde mübalağalı anlatımları tercih ettiği, kerâmetleri anlatırken de duygusal-
lıktan kurtulamadığı söylenebilir.
Bununla beraber, Menâkibü’l-Ârifîn sadece Mevlevîlik açısından değil,
aynı zamanda Ahîlik ve Bektaşîlik başta olmak üzere o dönemde ortaya çıkan
ve o dönemde Anadolu’da faaliyette bulunan diğer tarikat veya dinî hareketler
hakkında da geniş bilgiler ihtiva etmektedir. Bu bakımdan eser, XIII. ve XIV.
yüzyıl Anadolu’sunun dinî tarihi açısından olduğu kadar, kültür tarihi inceleme-
lerinde de göz ardı edilemeyecek kaynakların başında gelmektedir.

Özellikle Anadolu’nun Türk yurdu oluşunun safhaları incelenirken Ma-
lazgirt öncesi ve sonrasında vuku bulan göçlerin; Anadolu’da bir üçüncü göç
dalgası ile daha da yoğunlaştığının görüldüğü üzerinde durulur.

Biz burada yoğunluğu bakımından üçüncü safhaya dikkat çekerek, asıl konumuza geçeceğiz.
I. ENTELEKTÜEL GÖÇLERLE ANADOLU’NUN KÜLTÜREL
BAKIMDAN TÜRKLEŞMES
-Moğol Saldırıları Önünde Vukû Bulan Göçler-
XI. yüzyılın ortalarından itibaren ardı arkası kesilmeden devam eden Türk
göçleri, bazen yavaşlamış, bazen de kesafeti artarak hızlanmıştır. Özellikle XIII.
yüzyılda Anadolu’ya bir çok yeni Türkmen aşiretinin gelmiş olduğunu görmek-
teyiz. Bunlardan bir bölümü Moğol ordularının önünden kaçan ve kendileri için
bir sığınma yeri olarak kabul ettikleri Anadolu’ya gelmiş olan Türklerdir. Bir
bölümü de doğrudan Moğol hanları tarafından Anadolu’da kendi egemenlikleri-
ni sağlamak üzere Moğol orduları ile birlikte gönderilen ve Anadolu’nun muh-
telif yerlerine yerleştirilen Türk ve Moğol gruplarıdır.
Nitekim bir Bizans yazarı, Türklerin Moğollar önünden kaçışını tasvir e-
derken, aynı zamanda bu Moğol istilâsının kendileri için bir felâket gibi görünse
de aksine bir mutluluk vesilesi olduğuna şöyle dikkat çekmektedir: “Moğollar
tarafından püskürtülen Türkmenler (Anadolu’da) vilâyetleri istilâ ediyor ve
Rumları sıkıştırıyorlardı. Onlar Moğollar önünden nasıl kadın gibi kaçıyorlarsa,
Rumlara karşı da kendilerini öyle erkekçe gösteriyorlardı. Bu sebeple Moğol
istilâsı onların felâketine değil, mutluluğuna sebep oluyor, kitleler halinde
Paflaganya (Paphlagonia: Çankırı ve Kastamonu bölgesi)’dan ve Pamfilya
(Pamphylia: Antalya vilayeti)’dan akıp geliyor ve Roma topraklarını yağma
ediyorlardı.”

Prof. Dr. Osman Turan, Moğol istilâsından kaçanların Anadolu’ya sığın-
dıklarını belirttikten sonra, müteakip gelişmeleri şöylece değerlendirmektedir:
“Bu Türkmenler burada Selçuk- lhanî devletinin tazyikiyle uçlarda yığılıyor ve
buradaki göçebe kesâfetini arttırarak Bizans topraklarını fethe başlıyorlardı. Ni-
tekim henüz znik Rum devletinin stanbul’a naklinden (1261) önce Denizli
bölgesinde 200.000, Kastamonu havâlisinde 100.000 ve Kütahya-Karahisar ara-
sında da 30.000 (toplam 330.000) çadır, yani takriben üç milyon göçebe Türk-
men bulunduğuna dair haberler yalnız Garbî (Batı) Anadolu uçlarında ne kadar
bir nüfusun yığıldığını gösterir.”

Böylece Moğol saldırılarına bağlı olarak Anadolu’ya gelmiş olan Türk-
menler, bir yandan Anadolu’daki nüfus yapısını büyük ölçüde değiştirerek Türk
nüfusunun artmasına, diğer yandan da dağlık bölgelerin, sahillerin ve özellikle
XIII. yüzyılın ikinci yarısına kadar hâlâ Bizanslıların elinde bulunan Batı Ana-
dolu topraklarının Türkleşmesine ve slamlaşmasına yol açmış oluyorlardı.
Bu dönemde gelmiş olanlar arasında; bilim adamları, sanat sahipleri, tüc-
car ve esnaf zümreleri ile çeşitli tarîkâtlara mensup şeyh ve dervişler bulunu-
yordu. Mevlânâ’nın babası Bahâüddin Veled, bilginlerin sultanı (sultân-ı ulemâ)
olarak adlandırılırdı. Bir rivâyete göre üç yüz deve yükü kitabın yer aldığı bir
kafile ile seyahat ederek Anadolu’ya gelmişlerdi. “Pîr-i Türkistan” Ahmed
Yesevî, sadece hikmetler söyleyen bir şeyh değil aynı zamanda çevresinde öğ-
rencileri de bulunan bir mürşîd idi. O, Hacı Bektaş Velî gibi birçok mürîdini
Anadolu’ya göndermiş bir eğitici olmanın yanında, zanaat sahibi olmuş birçok
“Abdalân” zümresinin de şeyhi idi. Bunun yanında, diğer Türk yurtlarından
kopup Anadolu’ya gelmiş olan Türklerden müteşekkil başka tarîkat müntesibi
dervişlerin bulunduğu da unutulmamalıdır.

Hacı Bektaş Velâyetnâmesi’nde Oğuzların Anadolu’ya geliş sebepleri şöy-
le anlatılmaktadır: “Ol vakt kim Oğuz Padişahı Bayındır Han ve Beylerbeyisi
Kazan Han ve Korkud Ata fevt olıcak Oğuz cemaati tefrika bulıcak taht ve sal-
tanat Âl-i Selçuk’tan Sultan Selim Şah gazi hazretine değdi, diyar-ı Acem’i kül-
liyen kendüye mukarrer ve musahhar eyledi dahı asker çeküp Rum mülküne
(Anadolu’ya) geldi, Kayseri’yi feth eyledi, taht edinüp karar kıldı.”

Aynı zamanda, daha Türkistan ve Mâverâünnehir’de toprağa sahip olmuş,
yerleşik halkın işi olan çiftçilikle uğraşan Türklerin, beraberlerinde sâhip olduk-
ları bu kültürü de getirerek Anadolu’da tarıma elverişli toprakları işlemeye baş-
lamış olmaları da burayı yurt edinme arzu ve niyetlerini açıkça göstermektedir
Ayrıca onların hayvan yetiştirmede ve özellikle at terbiyesinde üzerinde tartı-
şılmayacak derecede mahârete sahip oldukları bilinmektedir.
Orta Asya’da pek Yolu üzerinde bulunan Türklerin memleketleri, onlara
ticaret yapmaları için de elverişli bir imkan sağlıyordu. Bu bakımdan, Anado-
lu’ya gelenlerin ticarî faaliyetlerini burada da devam ettirmiş olmalarından daha
tabii bir şey düşünülemez.
Müslüman-Türkler olarak Anadolu’ya gelmiş olan bu zümrelerin, Anado-
lu’da, Türkleşme ve slâmlaşma hâdisesini birlikte gerçekleştirdiklerini söyle-
mek hiç de garip bir ifade olarak karşılanmamalıdır. Zirâ Müslümanlığı benim-
semiş olan bu Türkler, onun cihad ve gazâ fikirlerini kendilerine ideal edinerek
“Allah adını yüceltme ( ‘lây-ı kelimetullâh)” uğruna gazâ yapmışlardır. Anado-
lu’da vücûda getirdikleri yeni müesseseler de, bu Türklerin slâm’a hizmet idea-
line ne kadar bağlı olduklarını göstermesi bakımından üzerinde durulacak bir
husus olsa gerektir.

Anadolu’nun Türkleşmesi ve slâmlaşması hadisesini ele alırken, bize ka-
dar gelebilmiş eserler arasında menâkıbnâmelerin de ihmal edilmemesi gerekti-
ğini düşünerek biz bu tebliğimizde Menâkibü’l-Ârifîn’de verilen bilgiler ve ri-
vâyetler üzerinde durmaya çalışacağız. Menkabeleri anlatılırken çok zaman ta-
rih vermeden olayları nakleden Ahmed Eflâkî, okuduğu, duyduğu, gördüğü ve-
ya merak sâiki ile öğrendiği olayları anlatırken, döneminin bir çok tarihî ve kül-
türel olayını aydınlatıcı bilgiler de vermektedir. şte bu bilgilerden hareketle,
Moğolların sebep olduğu büyük göç dalgası önünde Horasan ve Türkistan böl-
gesinden Anadolu’ya gelmiş olan bir çok ilim erbabı ile mutasavvıfın adını,
mesleğini ve meşrebini öğrenmekteyiz. Onun için biz bu çalışmamızda
Menâkibü’l-Ârifîn’in bu yönünü dikkat alarak Anadolu’ya babası ile birlikte
Mevlânâ zamanında gelenleri Eflâkî’nin penceresinden seyretmeye gayret ede-
ceğiz.
II. ANADOLU’YA GELENLER
1. Belhli Bahâ Veled
Bilindiği gibi Menâkibü’l-Ârifîn’de Eflâkî, menkıbelerini anlatmaya ilk
bölümünde Mevlânâ’nın babası “Sultanü’l-Ulema” Bahâ Veled’in hikâyeleri ile
başlar. Bahâ Veled’in Belh’ten ayrılma kararına, Harizm-şah’ın kötülüğünün
sebep olduğunu gerekçe gösterir. Bazı kimselerin kıskançlıkları yüzünden Bahâ
Veled ile dost olan Harizm-şah’ın arasını açtıkları, hatta; “Bahâ Veled’e kötü-
lükler yapmaya koyuldukları”

ifade edilmektedir. Bu yüzden Bahâ Veled,
“Harizm-şah’ın kötülüğe yüz tutan hal ve hareketinden çok incinip Belh’ten
çıkmaya karar” verdiğini,

“Biz gönül hoşluğu ile sefer edelim de Sultan kendi
uyruğu ve dostlarıyla baş başa kalsın” dediğini kaydetmektedir. Belh’ten ha-
reket kararını Menâkibü’l-Ârifîn’in kaynaklarından biri olarak bilinen Risâle
yazarı da anlatmaktadır.

Eflâkî’nin, “Başlangıçta Moğolların zuhuru, Bahâ Veled hazretlerinin du-
ası ile olmuştu. Çünkü onun mübarek kalbi Harizm-şah’tan ve onun tâbilerinden
incinmişti. Zira bunlar akıl ile hareket edenlere uymuş ve akıl bağlarıyla bağ-
lanmıştılar”
diyerek Bahâ Veled’in incinmesi sonucunda, duası sebebiyle Mo-
ğollar’ın zuhur ettiğini belirtmesi ilginçtir.

Üç yüz deve yükü kıymetli kitap, dostların ev eşyası, yol azığı, binekleri
ve diğer hayvanları ile Belh’ten ayrıldıklarında Mevlânâ Celâleddin henüz beş
yaşında idi.

Bağdat üzerinden Mekke ve Kâbe ziyaret edildikten sonra Şam’a
gelen Bahâ Veled’e; Şam hükümdarı Eyyûbî şehzâdelerinden Melikü’l-Eşref (ö.
1237) büyük rağbet göstererek orada kalmasını isterse de o; “Tanrı, yurdumu-
zun Rum (Anadolu) ülkesinde olmasını buyuruyor” diyerek razı olmaz ve: “Bi-
zim toprağımız Konya başkentindedir” der.

Şam’dan Malatya, Erzincan ve Erzincan Akşehir’inden sonra Lârende
(Karaman)’ye uzanan yolculuk, Anadolu’da son bulur. “Sultanü’l-Ulema” diye
tanınan Bahâ Veled adına Erzincan Akşehir’inde bir medrese yaptırıldığını kay-
deden Eflâkî’ye burada Mengücekoğullarından Fahreddin Behramşah (ö. 1225)
ile eşi smetî rağbet göstermişlerdir. Hatta Bahâ Veled adına bunların yaptırdık-
ları medresede dört yıl ders okutmuştur.

Fahreddin Behramşah ile eşinin ölü-
münden sonra muhtemelen Bahâ Veled’in onların halefinden aynı ilgiyi göre-
mediğini, oradan Lârende’ye yani Karaman’a gelişinden anlıyoruz. Burada Sel-
çuklu Sultanı Alaaddin Keykûbad (ö. 1236)’ın nâiblerinden Emir Musa, subaşı
olarak bulunuyordu. Emir Musa’yı Eflâkî “çok kahraman, temiz ve sâdık bir
Türk’tü” diyerek tanıtmaktadır. Karaman’da Emir Musa’nın Bahâ Veled adına
yaptığı medresede yedi yıl veya daha fazla müderrislik yaptığını görüyoruz.

Bu arada Alaaddin Keykûbad, Sultanü’l-Ulema Bahâ Veled’in ününü du-
yar ve; “Eğer bizim başkentimize zahmet eder gelir ve Konya şehrini kendi ev-
lâdının makâmı yaparsa ben yaşadığım müddetçe şarkıları ve çalgıların sesini
dinlemem, hiç kimseye irâdet getirmediğim halde onun hizmetinde müridi olu-
rum” diye onu Konya’ya davet eder. Bahâ Veled de çocuklarını ve dostlarını
alarak Konya’ya gelir ve Altunapa Medresesi’ne yerleşir.

Lârende (Karaman)’de bulundukları yedi-sekiz yıl boyunca Bahâ
Veled’in oğlu Mevlânâ Celâleddin büluğ çağına gelmişti. Burada onu
Semerkandlı Hoca Şerefeddin Lala’nın kızı Gevher Hatun’la büyük bir düğün
yapılarak evlendiren Bahâ Veled, Konya’ya geldikten sonra zaman zaman
Sultan Alaaddin Keykûbad ile sohbetler yapıyor ve etrafındakilerle birlikte Sul-
tanı ziyarete gidiyor veya Sultan kendilerini ziyarete geliyordu.

Bahâ Veled’in ölüm tarihi olan h. 628/m. 1231’den sonra da türbesinin ziyaret mahalli olduğu-
nu, bu arada yine Bahâ Veled’in kendisi ile çocuklarının ve torunlarının da
Konya’ya defnedilmelerini vasiyet ettiğini görüyoruz.

Konya’nın surları yapılmadan evvel Bahâ Veled hazretlerinin bugün mezarı olan yerde bir tepecik
vardı. Bir gün Bahâ Veled katıra binerek oraya gitmiş, bir müddet burada dur-
duktan sonra: “Benim, benim çocuklarımın ve onların evlâd ve ahfâdının mezarı
burada olacaktır” buyurmuştur.”

2. Anadolu’lu (Rûmî) Mevlânâ Celâleddin ve Çevresindekiler
Babası Bahâ Veled öldüğü sırada yirmi dört yaşında olan Mevlânâ, hem
babasının vasiyetini hem de başta Sultan Alaaddin olmak üzere babasının mürit-
lerinin de isteklerini yerine getirmek üzere babasının makâmına oturdu. Halka
vaaz, soranlara fetva veriyor ve zikirlerine devam ediyordu. Burhaneddin
Muhakkık-ı Tirmizî’nin Konya’ya gelişine kadar hayatı böylece sürüp gitti.
Eflâkî’nin bildirdiğine göre, Bahâ Veled’in ölümünden bir yıl sonra
Tirmiz’de bulunan “Seyyid-i Sırdan” unvanı ile anılan Burhaneddin; “Benim
şeyhimin oğlu Celâleddin Muhammed’im yalnız kalmıştır, beni beklemektedir.
Rum diyarına (Anadolu’ya) gitmek, yüzümü onun ayakları toprağına sürmek,
onun hizmetinde kalmak ve şeyhimin bana bıraktığı bu emaneti ona teslim et-
mek bizzat bana farz olmuştur” diyerek Konya’ya gelir ve Sincârî Mescidi’ne
yerleşir, daha sonra Mevlânâ onu kendi medresesine getirir. Bu zat Mevlânâ’ya
dokuz yıl boyunca mürşitlik yapmıştır. Zaten o, Mevlânâ için “lala ve atabeg”
gibi idi.

Seyyid’in Kayseri’de yaşadığını biliyoruz. Eflâkî, bu zatın ölümü üze-
rine Kayseri’de mâtem törenleri tertip edildiğini bildirmektedir. Hatta ölüm ha-
berini alan Mevlânâ, onun kabrini ziyaret için Kayseri’ye gelmiş ve onun kitap-
larından bir kısmını alarak Konya’ya getirmiştir.
Mevlânâ’nın babası Bahâ Veled’in Anadolu’ya neden geldiğini, torunu
Sultan Veled “ btidânâme”sinde şu ifadelerle anlatır:
“Halk onun gelişinden merhamete nâil olsunlar diye Kâbe’den Anadolu
ülkesine geldi. Bütün Anadolu memleketlerinden Konya’yı beğendi, burada o-
turdu”.

Bundan dolayı; “Anadolu’ya halifeler doldu, böylece kimse bizden
mahrum kalmadı”.

“Mevlânâ hazretleri sık sık buyuruyordu ki, “Bundan sonra Konya şeh-
rine “Medinetü’l-Evliya” (Veliler şehri) lâkabını veriniz. Çünkü bu şehirde her
kim dünyaya gelirse velî olur. Bahâ Veled’in mübarek cismi ve onların nesli bu
şehirde bulundukça bu şehre kılıç işlemez ve bu şehrin düşmanı sonuna kadar
kalamaz, yok olur. Âhir zamanın âfetinden masûn kalır. Bir kısmı harap olup izi
silinse ve zedelense de tamamıyla yıkılmaz, çünkü o harap olsa da bizim hazi-
nemiz onda gömülü olarak kalır... Nihayet, bütün dünyadan manevî erler bu
tarafa yöneldikçe burası öyle güzel olacak ki, ölüler bile dirilmeye heves ede-
cekler. Bizim mânâ ve sırlarımız bütün dünyayı tutacak.” Bundan başka; “Kon-
ya şehrinde neslimizi inkâr eden bir kavim oldukça bu şehrin insanları rahat
etmeyecektir” buyurdu.”.
Tıpkı babası gibi, Mevlânâ’nın da Horasan’dan Anadolu’ya niçin geldi-
ğini, yine Eflâkî şöyle anlatmaktadır:
“Bir gün Mevlânâ hazretleri gerçeklerin gerçekliğini (hakikati) ve gizli
sırları açıklamada coşmuştu. Tam o sırada; “Yüce Tanrı’nın Rum (Anadolu)
halkı hakkında büyük inâyeti vardır ve Sıddık-ı Ekber’in duasıyla de bu halk
bütün ümmetin en merhamete lâyık olanıdır. En iyi ülke de Rum (Anadolu) ül-
kesidir. Fakat bu diyarın insanları, Mülk sâhibinin (Tanrı’nın) aşk âleminden ve
derûnî zevkten çok habersizdirler. Müsebbibü’l-esbâb (Tanrı, şânı aziz olsun ve
saltanatı yücelsin) hoş bir lütufta bulundu, sebepsizlik âleminden bir sebep yara-
tarak bizi Horasan ülkesinden Rum (Anadolu) vilâyetine çekip getirdi; halifele-
rimize de bu temiz toprakta konacak yer verdi ki, ledünnî iksîrimizden onların
bakır gibi olan vücutlarına saçalım da onlar tamamıyla kimya, irfan âleminin
mahremi ve dünya âriflerinin hemdemi olsunlar” buyurdu. Nitekim demiştir:
Şiir:
“Beni Horasan’dan çekip Yunanlılar içine (Anadolu’ya) getirdin ki on-
larla haşır neşir olup hoş bir mezhep vücuda getireyim.”
“Onların hiçbir surette doğru yola meyletmediklerini ve ilâhî sırlardan
mahrum kaldıklarını görünce, insanların tabiatına uygun düşen şiir ve semâ yolu
ile o mânâları onlara lâyık gördük; çünkü Rum (Anadolu) halkı, zevk ehli ve
şirin sözlüdür. Meselâ bir çocuk hasta olur ve tabibin verdiği ilaçtan nefret edip
mutlaka şerbet isterse, hâzık doktor ilacı bir şerbet testisine koymak suretiyle
çocuğa verir. Çocuk onu şerbet zannıyla seve seve içer, dertlerinden kurtulur,
sıhhat bulur ve onun bozulmuş olan mizacı düzelir.
Şiir:
“Onulmaz hastalık için koşun buraya! Bizim ilacımız hastaya birebir-
dir.”
“Biz Tanrı’nın tabibleri ve talebesiyiz. Kızıldeniz bizi gördü, ikiye ay-
rıldı.”

“Biz kimseden ücret istemeyiz. Bizim el ücretimiz Tanrı tarafından faz-
lasıyla gelir.”

Bu ifâdelerden Mevlânâ’nın Anadolu’da ve Konya’da bulunuşunun se-
beplerini anlamak mümkündür. Manevî eğitim rehberi olarak yüklendiği mis-
yonu anlatan Mevlânâ, zaman zaman da anlaşılmadığından yakınmakta; “Yazık
Konya halkına” diyerek hayıflanmaktadır. Buna rağmen; “tevbe, istiğfar ve bi-
zim evlât ve ahfâdımızı tam bir itikatla tebcil ettikleri vakit yüce Tanrı’nın fazlı
ile Konya şehri yeniden bayındır olacaktır” demektedir.

Eflâkî, bir gün Mevlanâ’nın; “Bizim türbemizi yedi defa yapacaklar,
sonuncu defada zengin bir Türk çıkacak, onu, bir tuğlasını altından, bir tuğlasını
da ham gümüşten olmak üzere yapacaktır” dediğini nakletmekte ve böylece tür-
benin etrafının bir yerleşim yeri haline geleceğini haber vermektedir: “Bizim
türbemizin etrafında da bir şehir olacak, sonra türbemiz bu şehrin ortasında
kalacaktır. O zaman da Mesnevî’miz şeyhlik edecektir”.

Menâkubü'l-Ârîfîn müellifi çok zaman mübâlağalı ifâdelerle anlatsa da,
verdiği haberlerin yine de gerçek olduğunu kabul etmek gerekir. En azından
söylediklerinin tahakkuk etmiş olaylar oldukları düşünülebilir. Şu ifâdelerindeki
abartmayı dikkate alarak, Mevlânâ’nın Anadolu’da ilgi uyandıran ve çevresinde
toplanılan bir kimse durumuna geldiğini söyleyebiliriz:
“Âşıkların aşkı ve şevki ile dünyanın her tarafı doldu. Aşağı ve yüksek
tabakadan insanlar; kuvvetliler, zayıflar; fakirler, fakihler; bilginler ve câhiller,
müslümanlar ve kâfirler, padişahlar, her mezhepten kimseler ve tarikatçılar hep
Mevlânâ’ya yöneldiler”.
Buna benzer ifadeler eserde muhtelif yerlerde tekrarlanmaktadır.
Şems-i Tebrîzî’nin; “hakîkî maksadına ve istediğin şeye ulaşman için
Rum (Anadolu) diyarına git” ilhamı gerçek olmasa bile Şems Konya’ya iki
kez gelmiş ve Mevlânâ’nın çevresinde bulunanlardan biri olmuştur. Hatta türbe-
si Konya’da bulunmaktadır. Buna rağmen meşhur ranlı şairlerden Şeyh Sâdi-i
Şirâzî (ö. 1292)’nin de geldiği ve Mevlana’yı ziyaret ettiği Eflâkî tarafından
belirtiliyorsa da, Sâdi-i Şirâzî’nin biyografisini yazanlar bunun hakikatle telif
edilemeyeceğini ifâde etmektedirler.

“Sen Mevlânâ’dan ne kerâmet gördün de ona böyle kapılıp müridi ol-
dun ve onu bu kadar çok seviyorsun?” diye soranlara verilen cevapta;
“...Mevlânâ’yı bütün din ve devlet sâhipleri sever, onun sırları ile şereflenir,
onunla övünürler. Bundan daha büyük kerâmet olur mu?” karşılığı verilmektedir.
Aynı soru bir başkasına sorulur. O da cevâbında şunları söyler: “Bun-
dan daha büyük görülecek ne var ki; Benim adımı ona nispet ediyorlar, beni
onun adı ile çağırıyorlar, Filâneddîn-i Mevlevî diyorlar. Bundan daha iyi ne
olabilir? Benim adım onun adıyla karıştı ve benim canım onun canının âşıkı
olup, onun sevgisiyle meşgul oluyor. Ben de onu sevenlerden oldum. ‘Bir kavmi
seven o kavimdendir’ sırrı gözüktü. Bu onun sonsuz inâyetinden ve câzibesin-
dendir. ‘Lutuf ve ‘ınâyet Tanrı’nın elindedir, onu istediğine verir’

Mevlânâ’ya mensup olanlara Mevlevî dendiğini biliyoruz. Mevlevîlerin
özelliği sâdece Mevlânâ’ya bağlılıkları değil, aynı zamanda Eflâkî’nin bildirdi-
ğine göre, görünüşte de, kıyâfet olarak Mevlevîlerin bir “ferece” giydikleri anla-
şılmaktadır. Bu ferecenin “hindibârî denilen kumaştan” yapıldığı ve “başına da
bal renginde yünden yapılmış bir külah” geçirildiğini, ayrıca gömleğinin önü-
nün açık olarak giyildiğini görüyoruz. Bu arada mevlevî çizmesi ile ayakkabısı-
nın da ayaklara geçirildiği ekleniyor. Sarıkların da şekerâvizle sarıldığı belirtili-
yor.

Mevlevîlerin “fereci” giymelerinin âdet hâline geldiğini, sanki bir hü-
kümdarın hilat verdiği gibi Mevlânâ’nın da kendi müntesiplerine fereci giydir-
diğini görüyoruz.

Gerçi Mevlânâ, sâdece kıyafetle Mevlevî olunamayacağını şu ifâdeleri
ile belirtmektedir: “Şimdi elbise ve sarıklarınız, sizin muarrifiniz (tarif eden,
yani sizin Mevlevî olduğunuzu gösteren) oluyor da, siz niçin ruhlar ve elbisele-
rin muarrifi olmuyorsunuz? Nitekim dostların dışı bunlarla süslenmiştir. Sizin
içleriniz de ilâhî marifet ve hakikatlerle süslenmiş olması lâzımdır. Çünkü;
“Tanrı sizin suret ve işlerinize bakmaz, belki kalb ve niyetlerinize bakar”. (Bu
itibarla) her bakımdan mânevî bir Mevlevî olunuz”
Menâkıbu’l-Ârîfîn, çeşitli vesîlelerle anlattığı rivâyetlerinde ya bir kişi-
nin veya bir topluluğun Mevlânâ’ya intisap ettiğini nakletmektedir. Ya da Mev-
lânâ’ya muhalif olduğu halde, onun bilgisi ve manevî gücü karşısında hakikati
görüp teslim olduklarını belirtmektedir.

Mevlânâ’nın ünü o kadar yayılmıştır ki, en uzak ülkelerden bile onu
görmeye ve ziyarete gelenler vardır. Şiraz ülkesinin hükümdarı olan Melik
Şemseddîn-i Hindî’nin hürmet ettiği Şeyh Seyfeddîn-i Baherzî bir konuşmasın-
da yaşı ve sağlığı elverse Konya’ya Mevlânâ’yı ziyarete gitme arzusunu açıklar.
Şeyhin oğlu Muzhırüddin bu isteği tahakkuk ettirmek üzere Anadolu’ya gelir.
Babasının selâm ve özlemini Mevlânâ’ya iletir. Muzhirüddin’in birkaç yıl Kon-
ya’da ikâmet edip Buhara’ya döndüğü, ancak, onun oğullarından birinin ise
Konya’da gömülü olduğu nakledilmektedir.

Yine Mevlânâ’nın adını ve şöhretini duyan, Buharâ’nın ve Deşt’in bil-
ginleri ve şeyhlerinin ardı arkası kesilmeden Anadolu’ya geldikleri ve Mevlâ-
nâ’yı ziyaret ettikleri; “ve o manalar denizinden inciler elde” ettikleri Eflâkî’nin
eserinde belirtildikten sonra, şu bilgi verilmektedir: “Derler ki, bir gün Buhara
ve Semerkant’tan yirmi kişi gelip mürit oldu ve Konya’ya yerleşti”.

Konya, Amasya ve Sivas kadıları, Sâhip Fahreddin, Muineddin Pervâne,
Celâleddin Müstevfî, Emineddin Mikâil, Taceddin Mu‘tez, Hatîr oğulları,
Melikü’s-Sevâhil Bahaeddin, Cacaoğlu Nureddin, Necmeddin Atabek gibi
Konya’nın ileri gelenleri zaman zaman Mevlânâ’yı ziyarete gelirlerdi.
Mevlânâ’yı ziyaret edenler arasında farklı şehirlerden gelenler de vardı.
Malatya’dan Mevlânâ Şemseddin , Kırşehir’den Mevlânâ Çağa el-Kırşehrî gibi.
Mevlânâ’nın çevresinde sâdece erkeklerin olmadığını, onun hanım mü-
ritlerinin de bulunduğunu biliyoruz. Başta Gürcü Hatun olmak üzere,
Mevlânâ’nın sohbetinde bulunan bir çok kadın mürideden söz edilmektedir.
Ancak bu ayrı bir çalışma konusu olacak kadar geniştir.
Bu arada, gerek Anadolu’nun muhtelif şehirlerinden, gerekse Kon-
ya’dan Mevlânâ’nın çevresinde bulunan veya onunla ilgisi olan gayr-ı
müslimlerden de söz etmek gerekir.
Bunlar bir başka çalışmamızda ele alındığı için burada yer vermedik
Mevlânâ’ya ilgi sâdece sağlığında değil, ölümünden sonra da devam
etmiştir. Hatta cenâzesi kaldırılırken bu ilgi had safhada görülmüştür.

Aslında Mevlânâ’dan sonra Mevlevîliğin aldığı şekli ve yayılmasını Menâkıbu’l-
Ârîfîn’den takip etmek mümkündür. Biz bu çalışmamızı Mevlânâ ve onun dö-
nemi ile sınırlı tuttuğumuz için, sonraki döneme burada yer vermeyi düşünme-
dik.
Biz bu çalışmamızda sâdece; Anadolu’nun Türk yurdu hâline gelişinde
Mevlânâ’nın etkisi ve rolünü ortaya koymayı ve onun çevresinde oluşan hayatı
tanımayı hedeflediğimiz için daha farklı bilgileri ele almaktan sarf-ı nazar ettik.
SONUÇ
Menâkıbu’l-Ârîfîn’in sâdece Mevlevîlik için değil, aynı zamanda Ana-
dolu’nun XIII. yüzyılının ikinci ve XIV. yüzyılın birinci yarısı kültür hayatı için
vazgeçilmeyecek bir kaynak olduğunda kuşku yoktur. Bu bakımdan Anadolu’da
Moğol istilâsı sonrasında oluşan kültür ortamını incelerken Eflâkî’nin eserinden
yeterince yararlanmak gerekir.
Şurası kesin olarak anlaşılmalıdır ki, Mevlânâ’nın babası Bahâ Veled
ile Anadolu’ya yoğun bir göç olmuştur. Bu göç, Anadolu’ya daha önceleri vukû
bulanlardan farklılık arz etmektedir. Çünkü bunlarla daha çok sayıda bilgin,
mutasavvıf, derviş, fakih v.b. kimseler bölgeye gelmişlerdir. Aynı zamanda
bunlar, Anadolu’nun muhtelif yerlerine dağılmışlar ve kendi meşrep ve meslek-
lerini burada icrâ etmişlerdir.
Anadolu’da oluşan bu kültür ortamını duyan ve bulunduğu yerde huzu-
ru olmayanlar da, bu göç dalgasının devam etmesini sağlamışlardır. Dolayısıyla
başta Konya olmak üzere Anadolu’nun muhtelif şehirlerinde Türk nüfûsu artmış
ve Türk kültürü eskisine göre daha da zenginleşerek bölgede nüfûzunu hisset-
tirmeye başlamıştır. Mevlânâ’nın yaklaşımı da bu etkiyi daha geniş bir ortama
yaymıştır. Onun düzenlediği semâ gösterileri ile çevresindekileri çabuk ve kolay
etkileyen bir atmosferin doğduğu görülmektedir. Zira Mevlânâ, yaşadığı müddet
içinde örnek insan olma yolunda rehberlik etmiş ve onun yaktığı iman ve slâm
meş‘alesi daha sonra da parlamaya devam ederek Moğolları da aydınlatmış,
sonucunda onların da müslüman olmalarını sağlamıştır.
Bu bakımdan şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, Mevlânâ’nın açtığı bu
çığır, Mevlânâ öncesinde de var olan Türkleşme ve slâmlaşmayı, Anadolu’da
Mevlânâ’dan sonra da hızlandırmıştır diyebiliriz. Ayrıca, Mevlânâ’nın öğretisi
sâyesinde; Anadolu Türkleşirken slâmlaşmış, slâmlaşırken de Türkleşmiştir
dersek mübalağa etmemiş oluruz.

0 yorum: